İKLİM POLİTİKALARI VE KOOPERATİFLERİN ROLÜ ÜZERİNE
Hasan YAYLI/ Prof.Dr. Kırıkkale Üni. İİBF SBKY Öğretim Üyesi, hyayli@hotmail.com
1992 yılında Rio zirvesinde imzalanan İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nin hayata geçirilmesinde kullanılan uygulama araçları arasında yer alan Kyoto Protokolünün süresinin dolmasına karşın küresel düzeyde işbirliği esasına dayanan devam anlaşması ancak 21. Taraflar Toplantısı’nın düzenlendiği Paris’te, üzerinde uzlaşılan bir anlaşmaya dönüştü. 12 Aralık 2015’te Paris İklim Zirvesi’nin sonunda 195 ülkenin katılımıyla kabul edilen Paris İklim Anlaşması, 22 Nisan 2016’da aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 175 ülke tarafından imzalandı ve formalite süreçleri tamamlandı. Anlaşmanın temel hedefi; yüzyılın sonunda taraf ülkelerin ulusal katkı beyanlarında yer alan emisyon azaltım adımlarıyla küresel sıcaklık artışını 2 derecenin kayda değer şekilde altında tutmayı başarmak, mümkünse 1,5 derecede sınırlamak ve 2050 itibariyle tüm gezegende karbon-nötr hedefine ulaşmak olarak ifade edilebilir.
Küresel sıcaklığın 2 derecede tutulması ile 1,5 derecede tutulması arasındaki farkın ne olacağına ilişkin geliştirilen similasyonlarda 2 derecelik bir küresel sıcaklık farkının sel riskini yüzde 170 artıracağı, şiddetli sıcaklığa maruz kalacak nüfusun 410 milyon olacağı ve aşırı sıcak hava dalgalarından etkilenen nüfusun toplam nüfusa oranının yüzde 28 olacağı yönündedir. Şayet küresel sıcaklık artışı 1,5 derecede tutulabilir ise sel riskinin yüzde yüz oranında artması beklenmekte, şiddetli sıcaklığa maruz kalacak nüfus 350 milyon kişi olarak öngörülmekte ve nüfusun yüzde 9’unun aşırı sıcak hava dalgasından etkilenmesi beklenmektedir. Ayrıca her yarım derecelik sıcaklık artışının tarımsal üretim üzerindeki etkisi de olumsuz düzeyde gerçekleşecektir. Tüm bu beklentilerin insanlık için birçok olumsuz sonuçlar doğuracağını öngörmek kehanet olmayacaktır.
Her şeyden önce karşı karşıya olduğumuz en önemli risk, küresel düzeyde sıcaklık artışlarının sonucunda yaşanan iklim değişikliğinin bazı coğrafyalarda yaşam koşullarını olumsuz yönde etkileyeceği ve bu olumsuzluğun iklim göçlerini doğuracağı gerçeğidir. Bu çerçevede etkilenecek nüfusun bir milyarı bulacağı yönündeki hesaplamalar özellikle yeni bir uluslararası göç dalgasını doğurabilecektir. İstikrarsızlaşan iklim nedeni ile mevcut yaşam çevresini terk etmek zorunda kalacak bu yeni göçmenler için hedef ülke ya da transit ülke olarak görece daha istikrarlı bir iklime sahip olacağı öngörülen ülkelerin hedefleneceği de açıktır. Bu çerçevede özellikle bu tür bir göçten birincil düzeyde etkilenme potansiyeli taşıyan Türkiye gibi ülkelerin iklim değişikliği ile mücadele politikalarına yönelik yatırım yapmaları ve küresel düzeydeki işbirliklerine daha aktif olarak katılmaları gerekmektedir.
İklim değişikliğinin temel sebebi olarak görülen ve sera etkisi yaratan emisyonların azaltılması ile küresel düzeydeki sıcaklık artışının kontrol edilebileceği öngörülmektedir. Bu öngörünün gerçekleşmesi için ise yapılması gereken en önemli uygulama, karbon salınımlarının kısa vadede azaltılması ve en nihayetinde nötr hale gelmesinin sağlanması olarak belirtilmektedir. Bu tür bir stratejinin akla gelen ilk uygulaması ise anlaşmaya taraf ülkeler için zorunlu emisyon azaltım hedefler/yükümlülükleri koyulması olarak beklense de Paris İklim Anlaşması taraf ülkelerden bir taahhüt beklememektedir. Anlaşma taraf ülkelerin ne zaman ve ne kadar sera gazı azaltım taahhüdünde bulunacağına kendilerinin karar verdikleri ve bu kararlarını ulusal katkı beyanlarıyla İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi Sekretaryasına iletmeleri esasına dayanan bir uygulama içermektedir. Dolayısı ile Paris Anlaşması, ülkelerin kendi şartlarına göre hazırladıkları beyanlarını (Ulusal Katkı Beyanı) baz alıyor ve ülkeleri her beş yılda bir bu beyanlarını iyileştirmeye davet ediyor. Taraf ülkelere emisyon azaltım yükümlülüğü yüklenmesi esasına dayanan Kyoto Protokolünün başarısızlığı Paris İklim Anlaşması’nın daha esnek mekanizmalar içermesini ve farklılaştırılmış yükümlülükler esasına dayanan yeni bir işbirliğini doğurmuştur. Anlaşmaya göre ülkelerin emsiyon salım düzeyleri ve taahhütleri takip edilerek performansları uluslararası kamuoyu ile paylaşılacak ve böylece de küresel ölçekte “beklenen işbirliğini yeterli düzeyde katkı sağlamayan ülke” gibi olumsuz betimlemelerle ülkelerin işbirliğine zorlanacağı beklenmektedir. Geleceğin dünyasının “yeni dünya düzeninin” karbonsuz bir dünya olarak öngörüldüğü bir gerçektir. Zira küresel emisyonların yüzde ellisinden sorumlu olan Çin, ABD, AB ve Hindistan gibi ülkeler dahi emisyon salımlarında geleceğe yönelik azaltım taahhütlerinde bulanmaktadır. AB 2030 yılına kadar emisyonlarını yüzde 55 azaltmayı taahhüt ederken ABD 2050 yılında, Çin ise 2060 yılında karbon-nötr hedefini açıklamış durumdadır. Bu göstergelerden hareketle geleceğin dünyasında önemli bir insani kalkınmışlık göstergesi olarak yer alacak olan “karbon” düzeyinin nötr hale getirilmesi hedefi Türkiye için 2053 olarak belirlenmiştir. Bu hedefe ulaşmak için geliştirilecek program ise “yeşil kalkınma devrimi” olarak isimlendirilmiştir.
Türkiye’nin BM Sekreteryası’na sunulan Niyet Edilen Ulusal Katkı Beyanı’nda, 2012 yılında 430 milyon ton olan toplam sera gazı emisyonlarının azaltım önlemleri ile 2030 yılında 929 milyon tona kadar çıkarabileceği belirtilmişti. Başka bir deyişle Türkiye sera gazı emisyonlarını azaltma taahhüdü vermemiş, iki katından fazla artırabileceğini ifade etmiştir. Türkiye bunu yaparken, eğer hiç önlem alınmazsa emisyonlarının 2030’da 1 milyar 175 tona çıkacağını, verilen beyanla bu miktarın 929 milyon tonda tutulacağını ifade etmektedir. Bu beyanını da “artıştan yüzde 21 oranında azaltım” olarak tanıtmaktadır. Türkiye’nin resmi planlarında 2030 sonrasındaki dönemde de sera gazı emisyonunu azaltmaya yönelik bir hedefi bulunmamakla birlikte son dönemde ortaya koyulan politika değişiklikleri ile 2053 yılı için belirlenen karbon-nötr hedefine ulaşmak adına yeni düzenlemeler ve hedeflemelerin ortaya koyulacağı beklenebilir.
Türkiye Paris İklim Anlaşmasını imzalamış olmasına karşın uluslararası anlaşmaların yürürlüğe girme koşullarından biri olan TBMM’nin uygun bulması prosedürünü yerine getirmemiştir. Bir yandan AB ve ABD’de yeşil mutabakat olarak formüle edilen ve genelde tüm ekonomik kalkınmaya yönelik hedefler ve uygulama araçları içeren politikaları kapsayan uygulamaların yaygınlaşması, özelde de 2050 karbon-nötr hedefine odaklanan uygulamaların yaygınlaşmasına yönelik taahhütlerin artması ile Türkiye de bu sürecin dışında kalamayacağını görmüş ve Paris İklim Anlaşması’nın yürürlüğe girmesine yönelik iradesini önce BM toplantısında Cumhurbaşkanı aracılığı ile beyan etmiştir. Ayrıca Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan 27 Eylül’deki kabine toplantısının ardından ‘Yeşil Kalkınma Devrimi’ başlatacaklarını duyurmuş ve “Yaşadıkları yerler su altında kalacak milyonlarca insan her geçen yıl bu hakikatle yüzleşmek zorunda kalacaktır. Bizim böyle bir sürecin dışında kalmamız düşünülemez.” ifadelerini kullanmıştı. Öncesinde BM genel kurulunda da ortaya koyulan taahhüde dayanarak da Paris Anlaşması TBMM’de uygun bulunarak 7 Ekim 2021 tarihli resmi gazetede yayımlanarak yürürlüğe girmiş bulunmaktadır.
Anlaşma özünde iklim değişikliğinin en önemli sebebi olarak görülen sera etkisi yaratan emisyonların sınırlandırılmasına odaklanmaktadır. Bu çerçevede özellikle karbon temelli fosil yakıt kullanımının azaltılması ve daha çok yenilenebilir enerjiye dayanan bir enerji politikasının öncelenmesi gerekliliği temel strateji olarak ortaya çıkmaktadır.
TÜİK’in paylaştığı verilere göre, Türkiye’nin toplam sera gazı emisyonu 2019 yılında 506,1 Mt CO2 eşdeğeri olarak hesaplanmış durumda. Bunun yüzde 72’sini enerji sektörü oluşturuyor. EPİAŞ tarafından paylaşılan güncel üretim istatistiklerine göre ise, Ağustos 2021 itibariyle enerji üretiminin yüzde 30’u kömürden elde ediliyor. Bu istatistik veriler bile tek başına Türkiye’nin Paris İklim Anlaşması hedefleri için çok şey yapması gerekliliğini ortaya koyması bakımından önemlidir. Ancak şu unutulmamalıdır ki “hiçbir şey yapmamak bir şeyler yapmaktan daha pahalı” bir tercihtir. Bu çerçevede sürdürülebilir bir ekonomik ve toplumsal kalkınma için insanın doğal çevresi üzerinde tahakküm kurma iradesinden vazgeçerek birlikte yaşama yollarını bulmaya dönük çözüm arayışları içinde olması gerekmektedir.
Araştırmalar, Türkiye’nin aktif bir iklim politikası yürütmesi halinde milli gelirinin yüzde 7 artacağını göstermektedir. Türkiye toplam sera gazı emisyonunun yüzde 72’sini oluşturan enerjide yüzde 70’lerin üzerinde dışa bağımlı bir ülkedir. Türkiye’nin enerjide dışa bağımlılığının temel nedeni de fosil yakıtlardan kaynaklanmaktadır. Zira özellikle petrol ve doğalgazda büyük oranda dışa bağımlı bir ülke olan Türkiye’nin enerji üretiminde yenilenebilir enerji kaynaklarını tercih etmesi birçok noktada ulusal çıkarları ve politika öncelikleri ile de bağdaşmaktadır. Enerji kaynaklarında dışa bağımlılığın azaltılması bir yandan enerji arz güvenliği açısından önemli iken diğer taraftan cari açıkla mücadele açısından önemlidir. Ayrıca enerjide dışa bağımlılığın azaltılmasının dış politikada da daha bağımsız hareket etme imkânı sağlayacağı bilinmektedir.
Türkiye’nin enerji üretiminde fosil kaynaklardan vazgeçerek yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelmesinin yukarıda ifade edilen stratejik avantajlarının yanı sıra çevresel güvenlik açısından da ortaya koyulan birçok politika önceliğini de temellendireceği açıktır. Bu çerçevede karbon-nötr hedefine ulaşmak için en önemli sera gazı emisyon kaynağı olan enerjide, sera gazı emisyonlarının kontrol altına alınması gerekecektir. Bu yapılırken takip edilecek yol ise yerli ve milli bir enerji kaynağı olan kömür yerine yenilenebilir enerji kaynaklarının tercih edilmesi olmalıdır. Her ne kadar birincil enerji kaynağı olarak kömürün tercih edilmesi özellikle enerjide dışa bağımlılığın azaltılması için son dönemlerdeki tercihlerden biri olsa da uzun vadeli karbon-nötr hedefine ulaşılması ve geleceğin yeni dünya düzeninin aktif bir paydaşı olmak için kömürün terk edilmesi gerektiği açıktır. Yerli bir enerji kaynağı olarak kömürün sağladığı maliyet avantajının sera gazı emisyonları nedeni ile gelecekte karbon fiyatlamasından dolayı bir avantaj olma niteliğini yitirecek ve bir yük haline gelecektir. Ayrıca en büyük sera gazı emisyonuna sahip fosil yakıt olduğu için de gerek ulusal ve gerek de küresel iklim politikaları ile bağdaşmadığı açıktır.
Türkiye geçmiş yıllarda yenilenebilir enerjinin ilk kuruluş maliyetlerinin çok yüksek olması ve özellikle de güneş ve rüzgar gibi yüksek potansiyelli enerji kaynaklarında “emre amade”lik ilkesinin hayata geçememesi nedeni ile birincil enerji kaynağı olarak fosil yakıtları tercih etmek yönünde bir politika tercihinde bulunmuştur. Ancak günümüzde gerek yenilenebilir enerji kaynaklarının kuruluş maliyetlerinin azalması ve bu kaynakların kuruluşunda kullanılan teknolojilerin büyük oranda yerlileşmesi, diğer yandan da üretilen enerjinin “emre amade” olmasını sağlamaya dönük enerji depolama imkânı sağlayacak pil/batarya teknolojilerinde yaşanan gelişim, yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelimi bir tercih olarak artırmıştır. Ancak bu güne kadar bir tercih olan bu politikalar artık bir zorunluluk olarak ortaya çıkmış görünmektedir.
İklim Politikası ve Kooperatifler
Sürdürülebilir kalkınmanın üç boyutunu oluşturan sosyal, ekonomik ve çevresel boyutlar aynı zamanda kooperatif sektörünün de üç boyutunu oluşturması bakımından sürdürülebilir kalkınma hedeflerinin en güçlü paydaşı olma potansiyelini göstermektedir.
İklim değişikliği ile mücadele politikalarında kooperatif işletmelerin son derece güçlü bir paydaş olarak konumlanması politika üreticileri açısından göz ardı edilmemesi gereken bir durumdur. Zira doğaları gereği, kooperatiflerin üçlü işleve sahip organizasyonlar olduğu bilinmektedir.
Bir ekonomik aktörler olarak kooperatifler iş, geçim ve gelir yaratma fırsatları içerirler.
Sosyal hedefleri olan insan merkezli işletmeler olarak kooperatifler gelir paylaşımındaki yeniden dağıtıcı aktör olarak sosyal eşitlik ve adalete katkıda bulunurlar.
Yönetim sürecinin ortaklar eliyle yürütüldüğü demokratik kurumlar olarak kooperatifler sosyal ve ekonomik hayatın demokratikleşmesine katkıda bulunurlar. Dolayısı ile kooperatifler, sürdürülebilir ve dayanıklı toplumlar inşa etme konusunda güçlü bir deneyime sahiptir.
Örneğin, birçok tarım kooperatifleri, sürdürülebilir tarım uygulamaları yoluyla ürün yetiştirdikleri arazinin ömrünü uzatmak için çalışır. Tüketici kooperatifleri ürünleri için sürdürülebilir kaynakları giderek daha fazla desteklemekte ve tüketicileri sorumlu tüketim konusunda eğitmektedir. Konut kooperatifleri, güvenli ve uygun fiyatlı konutların sağlanmasına yardımcı olur.
Kooperatif bankaları müşterilerine yakınlıkları sayesinde istikrara katkıda bulunur ve yerel düzeyde finansmana erişim sağlar ve uzak bölgelerde bile yaygındır. Kamu hizmeti kooperatifleri ise başta su ve enerji olmak üzere birçok yeni nesil kooperatifçilik uygulamaları ile yerel düzeyde kamusal ihtiyaçların karşılanmasında önemli bir rol üstleniyorlar.
Türkiye’nin 2053 yılı için ortaya koyduğu karbon-nötr politikasının ulaşılabilir bir hedef olarak uygulanması sürecinde önemli bir paydaşının da kooperatifler olarak belirlenmesi gerekmektedir. Bu çerçevede gerek kooperatif strateji belgeleri ve gerekse iklim strateji belgelerinin bu doğrultuda yeniden gözden geçirilmesi gerekmektedir. Zira kooperatiflerin bu süreçte etkin bir paydaş olarak yer alması kooperatiflerin üstlendiği her üç işlevle de yakından ilgilidir. Bir ekonomik aktör olarak kooperatiflerin enerji, gıda, sağlık gibi alanlarda etkin bir paydaş olması özellikle istihdam oluşturma ve gelir yaratma politikaları için önemli olacaktır. Diğer taraftan yapısı gereği çok ortaklı girişimler olan kooperatifler toplumda gelir dağılımında adaletin sağlanmasına katkı sağlayacağı gibi demokratik yönetim ilkesi ve çok ortaklı yapısı gereği de iklim politikaların toplumsal düzeyde benimsenmesini sağlayacağından uygulanmasını kolaylaştıracaktır. Bu sayede iklim politikası için belirlenen hedeflere erişim daha kolay hale gelecektir.
Kaynak: Karınca ekim/2021-1018 sayı